Yasin Şen: Merhabalar. 1989 yılında Ordu’nun Çatalpınar ilçesinde doğdum. İlköğretimi Çatalpınar Merkez İlköğretim Okulu’nda, liseyi Fatsa Anadolu Lisesi’nde okudum. Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi bölümünden 2012 yılında mezun oldum ve 2013 yılında ilk olarak Afyonkarahisar merkezde, Gazi Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde öğretmenliğe başladım. 2016 yılında İhsaniye Anadolu İmam Hatip Lisesi’ne tayin oldum. 2018 yılında da Bolu’ya geldim. Dört yıldan beri Bolu’nun ilçelerinde öğretmen olarak görevimi sürdürüyorum. Şu an Gerede Anadolu Lisesinde, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeniyim.
Gazi Üniversitesi’nde, Eski Türk Edebiyatı bilim dalında başladığım yüksek lisans eğitimimi İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Divan Neşirleri üzerine hazırladığım tezle 2016 yılında bitirdim. Yine 2016 yılında aynı bölümde doktora öğrenimine başladım. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eski Türk Edebiyatı bilim dalında 17. Yüzyıl Divan şairlerinden Dîvâne Rüşdî Efendi’nin Dîvânı (İnceleme-Tenkitli Metin-Sözlük) üzerine hazırladığım tezle 8 Temmuz 2021’de doktora tezimi savundum. Kültür tarihimiz üzerine yapılmış çeşitli araştırmalarım, yazılarım ve kitaplarım mevcut. Hâlen de çalışmalarıma devam ediyorum.
Yasin Şen: Yüksek lisans ve doktora aşamalarında doğal olarak akademik araştırmalara yönelmiştim. Tezlerimle beraber akademik makaleler de kaleme alıyordum. Bir dönem Osmanlı Türkçesinden aktarmalar yapıp bunları kitap hâlinde yayınladık. Özellikle Mustafa Tatcı Hocamla müşterek yaptığımız çalışmalar bu yöndeydi. Son dönemlerde deneme ve şiir türüne ağırlık verdim. Bu biraz da kendiliğinden gelişen bir şey oldu. Şiirlerim genelde gurbet ve hasret teması etrafında gelişir. Denemeyi ise duygularımı ve düşüncelerimi derinleştirmek üzere tercih ediyorum. Deneme türü bu yüzden kendi özümde bir derinleşme vesilesidir benim için.
Bunun yanında Afyonkarahisar’da başladığım, Bolu’da devam eden Türk Halk Edebiyatı alanında değerlendirilebilecek çalışmalarım oluyor. Şu sıralar Bolu’da öğretmen olduğum için daha çok Bolu üzerine yoğunlaşan çalışmalar yapıyorum. Genel olarak da artık kimselerin ilgilenmediği, el atmadığı konular dikkatimi çekiyor. Özellikle içinde çıkar bulunmayan, bana akademik ve maddi olarak bir şey getirmeyecek mevzular üzerine yoğunlaşıyorum. Bu da bana büyük bir keyif ve huzur veriyor. Ucunda bir çıkar varsa nedense gönlüm o işten pek hazzetmiyor. Akademik camiadan soğumamın sebeplerinden birisi genelde bu camianın hizmet düşüncesinden uzak olarak çıkar odaklı ve akademide yükselme endişesiyle çalışmasıdır. Bilimsel çalışmaların özü muhabbettir. Bizimkisi de böyle bir muhabbet işi. Bir de ısmarlama yazılar, çalışmalar pek yapamıyorum artık. Hayatın kendisi gibi, çalışmalarımın da kendiliğinden doğmasını, gelişmesini, büyümesini istiyorum.
Yasin Şen: Edebiyat en basit tarifiyle bir insanın, içinde bulunduğu hâlin gereklerine uygun olarak ve estetik ölçüler içerisinde kendini ifade edebilmesidir. Edebiyat bir insanın özünde biriktirdiklerinin açığa vurulmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla insanın her hâli ve sözü -eğer bunları edep ölçüsü içinde değerlendirebiliyorsak- edebiyatla ilgilidir. Çünkü bu kelimenin kökü ve edebiyatın ruhu “edep”tir. Bu, günümüzde böyle olmayabilir veya bu şekilde algılanmayabilir. Fakat biz meselenin başladığı yerden ve işin içinden konuya bakıyoruz. Edebiyat insanın iç dünyası, hayatı, duyguları ve düşünceleriyle doğrudan ilgilidir. Edebiyatın görünen kısmı bununla alakadar olur. Edebiyat bana göre bir insanı daha yüksek hâllere ve duygu durumlarına taşımalıdır. Bunu yapamıyorsa bence edebiyat görevini yapmıyordur veya bu saha suistimal ediliyordur. Zaten edebiyat suistimale oldukça açık bir sahadır. Özellikle art niyetli çevreler bugün aynısıyla bunu yapıyor ve ortada kendilerinden başka edebiyatçı yokmuş gibi bir hava uyandırıyorlar. İnsanımızı da süflî duygu durumlarına çekmeyi edebiyat zannediyorlar. Aslında bu, onların edebiyatta olmamalarından kaynaklanan bir durumdur. Bir gün bu millet edebiyat tarihini gerçekten yazdığında onlara da hak ettiği yeri verecektir elbette. Fakat bu yerin onların çok hoşuna gideceğini zannetmiyorum.
Yasin Şen: Aslında bir insan yazar olmak istiyorsa öncelikle “iyi” ve yazdığı alanda genel olarak bilgi sahibi olmalıdır. Neyi anlattığını bilmelidir. Yazdıklarında elbette önce kendini tanımaya, sonra bunlarla başkalarına faydalı olmaya çalışmalıdır. Yani yazdıklarımız önce kendimize yaramalıdır. Kendisine faydası olmayan bir yazarın başkasına faydası zor dokunur. Bir yazarın kendisine yönelik faydası da daha çok anlamak meselesi üzerinden ortaya çıkar. Yazar anladıklarını anlatan bir insandır. Bunda da samimi olmalı, kendini, eşyayı, kültürü, tarihi, yaşadığı muhiti anlamalı ve anlatmalıdır. Aslında bu da yazara yüklenen bir görevdir. Millet bunu bekler. Eğitim bunun sadece bir parçasıdır. Günümüzde anlaşıldığı anlamda bir insan eğitim görmemiş olabilir fakat çok sağlam ürünler ortaya koyar. Örgün eğitim, içi boşaltıldığı halde hâlâ mutlak bir kıymet ölçüsü olarak kabul ediliyor. Halbuki iş artık öyle değil. Tekke çevrelerinde yetişen, bununla beraber divanlar ortaya koyan şairleri nasıl değerlendireceksiniz? Okuma yazma bilmediği halde hârika mısralar, şiirler söyleyen şairleri nereye koyacaksınız? Demek ki, eğitimden kasıt onun ruhudur. Bazı yazarlarımız ve şairlerimiz örgün eğitim görmedikleri hâlde edebiyatımızın zirvesinde yer alırlar. Yunus Emre, bunun en güzel örneğidir. Bir de “hazır gelmek” şeklinde ifade edebileceğim bir mevzu var. Bunu pozitivist eğitim anlayışını mutlak kıymet ölçüsü olarak kabul eden çevrelere anlatmak zor. Bizim de zaten böyle bir derdimiz yok. Yani, bir insan hiçbir eğitim görmediği hâlde sadece dilin gücüyle temas ederek gönlündeki zenginliği ortaya dökebilir. Bu durumda asıl olan iç zenginliğidir. Edebiyat da bence bunu esas almalıdır. İç zenginliği, tecrübe dediğimiz şey edebiyat için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bir de geleneğimizde “Ben şöyle bir eser yazacağım!” diyerek kimse kendini ortaya koymaz, zaten bu da hoş görülmez. Eser kendini yazdırır. Yazılan veya söylenen şey sahibinin öz zenginliğidir. Bunlar çoğu zaman yazılmak mecburiyetinde kalınır. Yunus Emre, adım gibi eminim ki, günümüz akademik çevrelerine mevzu teşkil etsin diye şiir söylemedi. “Sevdiğimi demez ise sevmek derdi beni boğar” diyen bir veli, mutasavvıf ve şairdir o. Cemal Kurnaz hocamın da dediği gibi şiir söyleyemeseydi şiir söylemeyen bir Yunus Emre olurdu. Sadece edebiyat tarihinin konusu olmazdı. Ama yine o büyük ve derin bir Yunus olurdu. Nitekim bizim kültürümüzde sayıya hesaba gelmeyen Yunus Emreler vardır da isimlerini bilmeyiz bile. Yunus’ta asıl olan onu Yunus Emre yapan özdür. Söyledikleri bunun eseridir. Önce bunu bir tespit edelim. Akademik zihniyet burada çamura saplanıyor ve işin içinde çıkamıyor. Çünkü kendi vehmini esas kabul eden sakat bir anlayıştır akademik zihniyet. Bu yüzden Mustafa Tatcı Hocam, ısrarla akademinin Yunus’u anlamadığını ve buradan bir Yunus Emre çıkmayacağını söylüyor. Bence de akademisyenler, Yunus Emre’yi anlayamadılar. Bundan sonra da anlayıp anlayamayacakları çok su götürür. Bunlar, Yunus’un şiirlerini teknik olarak ortaya koyarlar, yenilerini keşfederler, sözlüğünü hazırlarlar, bunların veznini, kafiyesini bulurlar vesaire… Kastettiğim kesinlikle bu değil. Onun manevi dünyası ve o şiirlerin doğmasına imkân veren güç. İşte akademik zihniyet bunu anlayamadı. Öyleyse sözü bağlayalım. Yunus Emre’de de olduğu gibi iyi ve güçlü bir edebiyatçı olmak için önce öz gerekir, sonra söz doğar.
Sözlük konusuna gelince, her yazar öyle veya böyle kelimelerle derin bir bağ kurar. Sözlük bunun önemli bir ifadesidir. Fakat burada mühim olan bizim kelimelere hangi anlamları yüklediğimiz, sözü nereye kadar yükseltebildiğimizdir. Bunun yanında asıl olan kelimeleri bir tecrübe ve duygu hâlinde içimizde duyabilmek ve onları zengin anlamlarla eserlerimizde kullanabilmektir. O zaman yanımızda gezdirdiğimiz ve okuduğumuz sözlüklerin bir anlamı olur.
Yasin Şen: Kapak görseli elbette bir etikettir. Tıpkı insanların giydiği elbiseler gibi. Elbise, insandaki kıymete göre bir değer kazanır. İnsanın iç dünyası fukara ise giydiği elbisenin kalitesi sonunda hiçbir şey ifade etmez olur. Bu da bir hayal kırıklığıdır. Asıl olan anlamdır, muhtevadır. Kitabın asıl değeri de onun muhtevasındadır. Tabii ki, kaliteli eserler kaliteli baskılarla okuyucunun karşısına çıkmalıdır. İnsan okuduğu eserin baskı kalitesinin ve kapak görselinin iyi olmasını bekler. Kapak kitabın içindekilere uygun olacak, muhtevayı yansıtacak şekilde iyi olmalıdır. Fakat kapağına bakarak kitap almak sevdası -eğer böyle bir şey gerçekten söz konusu ise- günümüz okuyucusunun kalitesinin düşmesiyle ilgili olur. Bu da asla beklenen ve istenen bir durum değildir. Yani kapak meselesi kitap için bir yere kadar önemlidir fakat temel ölçü bu değildir. Asla da olamaz. Ama insanlar günümüzde görünüme yönelmiş durumdalar. Öncelikle görünüşe önem veriliyor. Bunun da hayal kırıklığının ve yaygın motivasyon düşüklüğünün temel sebebi olduğunu düşünüyorum. Aynı tutum edebî eser diye kabul edilen kitaplara yönelik tavırda da kendini gösterir. Dolayısıyla insan, her şeyde mümkün olduğu kadar anlama yönelmelidir. Kitapta da böyledir. Kitabın kapağına bakarak hüküm verenler ve okuyacağı kitabı böyle belirleyenler genelde aldanırlar.
Yasin Şen: Aslında buna biraz geniş bir açıdan bakmada fayda var. Dünyada sistem değişiyor. Artık basılı materyal dönemi farklı bir dünyaya evriliyor. Kitap okuma oranı düşse bile sosyal medya ve internet dünyasında hatırı sayılır oranda okuyan, okuduklarının üzerinde düşünen bir kitle var. Onların bir kısmı geçmişe göre kitap ve dergi okuyan kimseleri temsil ediyor. Artık sosyal medya, internet, telefonlar kitabın yerini almaya başladı. Bunu görmek gerekir. Temel sebebin bu olduğunu düşünüyorum. Tabii ki, kitap birdenbire hayatımızdan çekilmeyecek. Bu bir süreç meselesi. Sürecin sonunda basılı materyalin muhtevasını artık sosyal medya ve internet üzerinden devam ettireceğini düşünüyorum. Zaten bu süreç çoktan başladı. İnsanın kendini ifade vasıtası zaman zaman değişmiş. Taşlardan papirüslere, onlardan kâğıda ve kitaba dönüşene kadar kim bilir insanlık kendini kaç değişik tarzda ifade etmeyi denedi! İnternet artık bu ifade etmek isteyişe önemli bir karşılık veriyor ve bir ihtiyacı görüyor.
Bu durum meselenin bir yönü. Bununla beraber kitap okumada çok ciddi düşüşlerin olduğu da bir gerçek. Bu durum, edebî eserin ölçüsüne dair kriterleri kaybetmemizle de ilgili. Yani neyin iyi eser, neyin zayıf eser olduğunu tespit edebilecek ölçüler görmezden geliniyor. Bugün eğitim ve öğretime yeni başlamış bir çocuğun perspektifinden kitaba bakılıyor. “Ben bunu anlamadım, dili şöyle, kelimeleri böyle…” tarzında konuşmalara denk geliyorum bazen. İyi de sen onu anlamada hiçbir çaba sarf etmedin ki! Bilmediğin, anlamını öğrenmek üzere sözlüğe bakmaktan üşendiğin birkaç kelime yüzünden bütün bir eseri ilgisizliğe mahkûm ettin ve bilgisiz kaldın. Durum aynıyla bu. Okuduğu hâlde sadece vakit öldüren, insanlığın meşgul olduğu çok kıymetli meseleleri dert edinmeyen kimseler çok fazla. Okuma seviyesi artık buralarda. Çünkü İstiklal Marşı’nı bile okuyup anlamayacak durumdayız. Yunus’un şiirleri üzerinde yoğunlaşmıyoruz. Yahya Kemal’in eserlerini kimselerin elinde görmüyorum bile. Cemil Meriç ve Kemal Tahir okuyanlarımız az. Söyler misiniz, bu insanlar okusa bile ne okuyor? Günümüzde okuma oranının düşmesinin sebeplerinden birisi de bence kaliteli eserin okunmayışıdır. Günümüzün en tanınmış yazarları da piyasa malı bir polisiye ve içerik anlayışı ile varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bence kalıcı olamazlar.
Yasin Şen: İnsanın öncelikle neyi aradığı iyi anlaşılmalıdır. İnsan kitabı değil onun içindekileri arar. Günümüz gençlerine de kitap okumayı sevdirmek isterken ona, içinde ne olduğunu bilmediğimiz materyaller sunuyoruz bazen. Hele bazı yetkililer okumadıkları kitapları gençlerin okumasını bekliyor. Göstermelik işler… Doğal olarak bunlar ters tepiyor; enerji, para ve vakit israf oluyor ve gençler farklı mecralara yöneliyor. Kitap okumayı sevdirmek için öncelikle böyle bir iddia ile öne çıkanların bunu siyasi ve ideolojik bir mevzu hâline getirmemesi gerekiyor. Okutulmak istenen şeyin insanın manevi, psikolojik, zihinsel ihtiyacına tekabül etmesi gerekir. İnsan arayan bir varlık. Öncelikle de kendisini… Türkiye ideolojilerin ve cemaat yapılanmalarının cirit attığı bir ülke olarak bu gerçeği görmezden gelmeye devam ediyor. Kalıp ifadeler, sloganlar ve özünü bilmediğimiz şeyler üzerinden dincilik ve edebiyat yapıyoruz. Gençler de kendisini arıyor. Artık piyasa malı sığ dini yorumlar, ideolojiler onları beslemiyor. Gençlerin ihtiyacını görmeyen yorumlar ve kitaplar da bundan sonra elbette okunmayacak. Öyleyse geriye ne kalıyor! İnsana hak ettiği değeri veren ve onu mânevî anlamda yücelten kitaplar her durumda okunur, bundan sonra da okunmaya devam edecektir. Söz gelimi Yunus Emre, Türk milleti tarafından asırlardır okundu, bundan sonra da okunmaya devam edecek. Yunus Emre’yi görmezden gelen bir zihniyetin ürünlerini gençler niye okusun!
Okuma konusundaki problem çok derin ve çok yönlü. Bu zamanla anlaşılıp aşılacak bir konu bence. Nihayet kitabın sevdirilmesi gerekiyor gençlere. Bunun için de insan önce kendini tanımalı ve sevmeli. Yoksa derdi nedir, bu insan bunu nasıl bilebilecek!
Yasin Şen: Eğitimle kitap okuma arasında doğrudan bir ilgi olduğunu söylemek isterdim fakat durum bizde pek de öyle sayılmaz. Özellikle lise döneminde gençlerimize okuma yönünde pek destek olamıyoruz. Bu durum benim görev yaptığım lise türleri için böyle. Üniversiteye giriş sınavları, müfredat ve eğitimde sözüm ona öğrenci lehine yapılan değişiklikler yüzünden öğrencilerin önemli bir kısmı kitaptan ve eğitimin kendisinden her geçen gün daha da uzaklaşır oldu.
Bizde eğitimin meseleleri çok derin ve gelenlerin hemen hiçbiri bu derin meseleleri ele almaya cesaret edemedi. Şu an, özellikle liseye yeni başlayanlarda derin bir boşluk duygusu ve amaçsızlık var. Eğer gencin üniversiteye gitmek gibi bir ideali de yoksa gençler eğitim kurumlarına zaman öldürmek ve sadece diploma almak için geliyor. Bu durum da eğitim kalitesini her gün daha aşağıya çekiyor. Özellikle düşük profilli okullarda öğretmenler, düşen seviye yüzünden derslere girmeyi pek istemiyor bile. Çünkü o sınıfta olmayı hiç isteyemeyen ve hak etmeyen öğrenciler var. Herkesi sınıflara doldurmanın ve teorik bir eğitimi insana boca etmenin sıkıntılarını hep birlikte yaşıyoruz.
Eğitimi yönetenlere sorsanız şunu yaptık, bunu yaptık diye meselelerin üzerini örtme yoluna gidiyorlar. Ne yaptığınızın hiçbir önemi yok. Eğitim kalitesi yerle bir oldu. Türkiye eğitimde başarısız oldu ve gençlerini bu çarkın içinde kaybediyor. Bu hakikati kabul etmeyince yapılan şeyler de göstermelik kalıyor. Doğal olarak eğitim bekleneni vermiyor. Eğitimden beklenen şeylerin birisi de mezunların ortalama birer okur-yazar olmalarıdır. Artık bunu da verdiğimiz pek söylenemez. Liseye okuma yazma temel becerisinden mahrum gençler geliyor. Biz artık o gençlerle de uğraşıyoruz. Mevcut eğitim anlayışını devam ettirmenin hiçbir açıklaması olamaz. Hele şu hataları görmezden gelen, problemlerin üzerini örten anlayış artık değişmelidir.
Yasin Şen: Eğitim her zaman bir plan dâhilinde devam eder. Bunda da ülkenin ihtiyaçları rol oynar. İstediğiniz her yere ihtiyaca bakmadan okul açarsanız sadece işsizler ordusu yetiştirirsiniz. Türkiye’deki mevcut durum bu. Ülkemiz, sahip olduğu gençlik potansiyelini değerlendiremeyen, onları yanlış eğitim politikalarıyla oyalayan ve zamanlarını ziyan eden bir pozisyon içinde. Eğitim ne kadar kötü olur, bunun örneğini veriyoruz biz. Eğitimi yönetenler özellikle eleştirileri şahsi algılıyor ve çoğuna kulak bile asmıyor. Bir de ülkemizdeki liyakat krizi eğitimde de başımıza bela oldu. Koskoca bir eğitim camiası, koltuk ve makam sevdalısı liyakatsizlerin eline teslim edilmiş durumda. Yarın ne olacağını bilmeden bugün düşüncesizce ve plansızca atılan adımlar eğitimdeki mevcut vaziyeti hazırladı. Sadece Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde değil, birçok bölümde plansızlık yüzünden işsizler ordusu ülkeyi kaplamış durumda. Eğitim bir ülke için gelecek demektir ve ülkenin en önemli meselelerinden birisidir. Bunun artık görülmesi gerekir.
Yasin Şen: Bu dersler genelde teori üzerinden devam ediyor. Yani daha çok kitaplara bağlı kalınıyor. Bu da bir yere kadar gerekli. Size alanda gerekli olabilecek her türden bilgiyi önce bu şekilde elde edersiniz. Bir de hocaların yönlendirmesi çok önemli. Biz Gazi Üniversitesi’nde çok önemli hocalardan dersler gördük. Mezun olduğum bölümün, alanımız adına ifade edecek olursam ülkemizde ilk sırada geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Hocalarım gençlik yıllarını araştırmaya, okumaya, yazmaya vermiş; ülkenin yetiştirdiği çok değerli insanların öğrencisi olmuş kimselerdi. Birçoğu durmaksızın araştırıyor ve yazıyordu. Biz onların odalarında da çok değerli tavsiyelerini, sözlerini dinlerdik. Hocalarımızdan her mecrada istifade etmeye çalıştık. Hem gerekli kaynakları okumanın hem de hocalarımızı can kulağıyla dinlemenin sonucu olarak görev yaptığımız yerlerdeki değerleri görmeyi başardık.
Soruya gelecek olursam, teorideki bilginin alandaki karşılığı gençlere gösterilirse bu çok faydalı olur. Bir de öğretmenliklere öyle gelişi güzel alım olmamalıdır. Çünkü öğretmenlik mesleği ülkenin geleceğini inşa eder. Maalesef bu meslek Türkiye’de “Hiçbir şey olamazsam öğretmen olurum!” seviyesine kadar düştü. Sonuç olarak öğretmekten keyif alamayan, bu işi sırf geçim için yapan öğretmenler ortaya çıktı. Dolayısıyla öncelikli olarak üniversiteyi okuma ihtiyacı duymayan, hatta liseye bile gelmek istemeyen gençler farklı istihdam alanlarında ilgilerine göre değerlendirilmeli. Onların ille de üniversite okuması gerektiği yanılgısından kurtulmalı. Şu an herkesin üniversite okuması gerekiyormuş gibi bir algı var. Bu doğru değil. Okumak istemeyen okumamalı. Dersi dinleyenin ve öğretmenin enerjisini, vaktini, duygularını sömüren öğrenciler okula gelmemeli. Yahut mesleğe yönelik eğitim veren eğitim kurumları yaygınlaşmalı ve gençler buralarda değerlendirilmeli. Bunun önemi ülkemizde yeni yeni anlaşıldı ve buna yönelik bazı uygulamalar var. Bunun beklenen ölçülerde olduğunu zannetmiyorum. Belki yakın gelecekte istenen seviyeye gelir.
Yasin Şen: Her dönemde başarılı yazarlar yetişir. Bu dönemde de başarılı yazarlarımız var. Fakat insana dair her şey manipüle edildi. Kavramların içi boşaltıldı. Aile, gelenek, edebiyat, gençlikte olduğu gibi… Bugün de sosyal medyaya ve TV’ye hâkim olan bir zihniyet yüzünden edebiyatın, iyinin değeri düşürüldü. Edebiyat; vampir muhabbetine, iyi-kötü çocuk savaşına, cinselliği ısrarla öne çıkaran çarpık ilişki dalaverelerine, polisiye seviyesizliğine düşürüldü. Tabir yerindeyse at iziyle it izi birbirine karıştı. Gençler Türkçemizi iyi kullanan yazarların eserlerinden mahrum kaldılar. Önemli yazarlarımız okunmuyor bile. Şimdi böyle bir ortamda kim iyi, kim kötü anlaşılabilir mi? İyi, kaliteli edebî eser fark edilebilir mi?
İyi yazarlar bugün de var. Söz gelimi Şerif Aydemir adında günümüzde Türkçemizi nefis bir şekilde kullanan bir yazarımız var. Daha yenilerde kitabı ödül aldı. Kim biliyor? Aslında günümüzde edebî anlayışın içine üştüğü çukurdan bakıp da gerçek ve sağlam edebî eserleri, iyi yazarları değerlendirmek zor, belki de imkânsız. Bu zaman da geçer. Bu toz bulutu da kaybolur. O zaman neyin iyi, neyin kötü olduğu anlaşılır.
Yasin Şen: Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bugün ortaokullara tekabül eden rüştiyelerde bile eğitim-öğretim müfredatı neredeyse bugünkü üniversite müfredatına denk bir durumda idi. Elbette o devrin ihtiyaçları da buna göreydi. Fakat zaman içinde eğitim anlayışlarında insana değer verdiğini iddia eden, esasında insanı hafife alan ve değersizleştiren anlayışlar hâkim olmaya başladı. Şu anki eğitim anlayışı bence insanı uygulamada değersiz bir varlık gibi görüyor. İnsanı geliştirmiyor, ona yeni ufuklar sunamıyor. Onu türlü zorluklarla karşılaşmaktan, kendini keşfetmesinden alıkoyuyor. Bu biraz da dünyaya hâkim olan, tek tip insan yetiştirmek isteyen baskıcı ve zorba bir anlayışın eseridir. Gençler gerçek hayatta sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Gençlik yıllarında bir işte çalışanlar, köyde doğup büyüyenler hayata nispeten daha kolay intibak ediyorlar. Eğitim, öncelikle insanı ve onun hayatını ciddiye almalı. Türkiye’de durum böyle değil. İnsan hayatı eğitimde ciddiye alınmıyor. Gençler, biz onları sınıflarda oyalayalım diye okulları dolduruyor. İnsan gibi değerli bir varlığı vakit öldürmek üzere okullarda tutmayı isteyen bir anlayıştan başarı bekleyemezsiniz. Türkiye’de okullarda durum büyük ölçüde budur. Konuyu Osmanlı’daki eğitim anlayışıyla karşılaştırmaya gerek bile duymuyorum. Eğer eğitimin merkezinde insanı eğitmek varsa onu her yerde ve her durumda eğitirsiniz. Bazen başınızda bir bina bile olmaz, ama eğitim olur. Fakat ortada insan değil de sadece bilgi yüklemek, vakit öldürmek gibi bir durum varsa oradan insana bir fayda çıkmaz.
Yasin Şen: Afyonkarahisar, Anadolu’da Mevlevîliğin önemli bir merkezi. Âsitânenin olduğu Konya’dan sonra Kütahya ve Afyonkarahisar şehirleri Mevlevî tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Mevlevîliğin olduğu yerde güçlü bir edebiyat da ortaya çıkar. Bunun yanında Afyon, Akşemseddin hazretlerinin halifesi Abdurrahim-i Mısrî hazretlerinin yaşadığı ve türbesinin olduğu bir yer. Bu zat, kaleme aldığı tasavvufî eserlerle geriye önemli bir külliyat bırakmıştır. 17. Yüzyıl’ın önemli mutasavvıflarından Niyazî-i Mısrî hazretlerinin arkadaşı, Divan-ı İlahiyat sahibi Muhammed Askerî hazretlerinin mezarı da burada. Bunun yanında geçmişte daha başka mecralarda eserler veren kıymetli şairler, yazarlar yetişmiş Afyon’da. Sözün özü Afyonkarahisar geçmişte çok değerli edebiyatçılar ve mutasavvıflar yetiştiren ve onların yaşadığı bir yer olmuş. Bundan sonra da yetiştireceğine eminim. Özellikle yeni yetişenlerin bu birikim üzerinden edebiyata devam etmeleri, yazılanları anlamaları çok yerinde olurdu. Böylece kalıcı olmaları daha da mümkündür.
Afyon Haberleri: Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Yasin Şen: Ben teşekkür ederim.