Yürürken tabiatın şiirini duyuyorum. Belki Bolu gibi doğanın hâkim olduğu bir yerde yaşamaktan ileri geliyordur bu. Bazen tarlalar boyunca uzayan buğday başaklarının rüzgârda âhenkli salınışına şahitlik ediyorum. Bir ağacın yapraklarının hışırtısını dinliyorum.
Doğa bir ahenk hâlinde eserini duyuruyor her gün. Sonra kuşların sesi katılıyor bu ahenge. Sabah olunca bu şiire onlar da katılıyor ve geç saatlere kadar devam ediyor sesleri.
Tabiatın şiiri derken elbette ondaki âhengi anlıyorum. İnsan her türlü kaos hâlinden doğanın âhengine dâhil olmayı seçiyor. İçimizi ve dışımızı saran her tür karmaşadan bir anlamda kaçtığımız ve sığındığımız yer oluyor doğa. Çünkü çatışmalar yoruyor insanı. En çok bunlar üzüyor kalbi. Fakat doğa öyle değil. İçinde bulunduğu şartları sonuna kadar yaşayan bir samimiyeti var onun. Bu yüzden ona yöneliyor insan. Onda dinginlik ve sakinlik içinde samimiyeti ve âhengi buluyor.
İnsanın burada duyduğu derin bir ilhamdan başka bir şey değil. Buna her türden canlının katıldığı tabiatın şiiri diyesim geliyor. Çoğu zaman bu şiiri dinliyorum. Belki yazdığım mısralar gönülden dinlediğim bu şiirin ifadesinden ibarettir. Benimkisi sadece duymak ve yazmaktır belki de. Fakat doğada bir başıma yürürken gönlüm bir ilham ile doluyorsa bu aynı zamanda onun şiiri de sayılmaz mı? Kalbime huzur veren bu ilham beni doğada bir başıma yürürken buluyorsa elbette ondan bana yansıyan şeyler var demektir.