Bugün Perşembe Yaylası’na geldik. Yayla beni çok derin düşüncelere sevk ediyor. Burada kendimle derin buluşmalarım oluyor benim. Tefekkür bir nasip olup karşıma çıkıyor. Belki hüzünler biraz daha derin yaşanıyor. Fakat fikir ve duygular da öyle.
Yayla sesleri alıyor beni benden. Biraz dikkatim onlara kayıyor. Sonra fark ediyorum ki, yine içimde, çok derinlerdeyim. Bugün nedense böyle oluyor.
Yaylada fikir ve duygu namına derinlikli bir hâl yaşıyorum. Biraz hüzün hâkim bunda. Gönlümü teselli edecek pek bir şey bulamıyorum yaylada. Yaylanın dingin ve sakin havasına bırakıyorum kendimi.
Yürüyorum. Uzun uzun yürüyorum yaylada. Bu yürüyüşler Perşembe Yaylasının birçok güzelliğini gözler önüne seriyor. Tepeler, evler, ağaçlar, koyunlar, inekler seçiliyor uzaktan. Yeşil o capcanlı hâliyle arz-ı endam ediyor yaylada. Bir yüksek tefekkür ve teslimiyet hâliyle kuşanıyor insan. Yaylayı seviyorum. Ondan, “nevi şahsına münhasır” güzel hisler devşiriyorum. Burada daha önce yaşamışım gibi bir hisse kapılıyorum.
Burada çalışmak veya başka bir şeyle meşgul olmak istemiyor insan. Daima kendisiyle, kendinde biriken hislerle ilgileniyor. Hüzünlü bir hâl gibi bu fakat sanki insan tefekkürle biraz içinde derinleştikçe daha bir dingin ve sakin oluyor. Olup bitenleri daha gönülden kabulleniyor.
Yaylada insan türlü nimetlerini düşünüyor Yaradan’ın. Varlık meselesi üzerinde duruyor zihin. İnsan kendinden kendine bir seyyah oluyor yaylada. Bunun ne bitmez tükenmez bir yolculuk olduğunu heybetli, yaşlı ve bilge dağlarda, yaylalarda anlıyor insan.
Çok önceleri bu dağlar, tepeler ve bu yayla ile aynı kaderi paylaşmışım, aynı şeyleri yaşamışım gibi hissediyorum kendimi. Böyle hissettikçe de sakinleşiyorum. Bu yaylaya geldiğim vakit sanki beklenen ve özlenen bir buluşma gerçekleşmiş gibi oluyor. İki kadim dostun sarmaş dolaş olması gibi ondan mülhem çepeçevre hisler kuşatıyor beni. Buna mümkün olduğu kadar izin veriyorum. Söylediğim gibi ben bu yaylayı seviyorum. Bende elbette ondan bir şeyler var.